.:Çağdaş ÖNEN:.

Çağdaş'ın Bakış Açısı



Gayrettepe'deki evimiz...Annemin çektiği Betacam'lerden ailece izlediğimiz 'Thriller', 'Billie Jean', 'Beat it' klipleri

İlkokula giderken serviste dinlediğimiz ‘Bad’ ve ‘Dirty Diana’

Smooth Criminal’daki yere doğru paralel eğilmesi ve Moonwalking dansı…

Anadolu liseleri ve kolej sınavlarına hazırlarken çıkan ‘Dangerous’ albümü…’Black or White’, ‘Who is it’, ‘Remember the time’

4 Ekim 1992 – Pazar…Dolmabahçe sahilinde Michael Jackson konserinin iptal edilmesi sonucu dağılmış kalabalık ve adım adım giden bir trafik. Camdan dışarı bakarken yandaki jeep’teki adamın bana ‘Konser iptal mı olmuş?’ diye sorması. Bana bir şey söylüyor zannederek babamın arkaya dönmesi ve öndeki arabaya hafifçe çarpmamız. Çarpma sonrası arabanın radyatörünün bozulması ve konserden dağılan grubunda desteğiyle arabayı itmemiz….

Sonra bir gün Migros’tan alınan bir koli Pepsi ve içerisinden çıkan saha içi konser bileti…

23 Eylül 1993 - Perşembe…Yer İnönü Stadı…Tülin Teyze ve kuzenim İlker ile beraber stada gitmemiz…Muazzam bir efektle sahneye çıkan ve ‘Jam’ ile bizleri coşturmaya başlayan Michael Jackson….İnanılmaz bir konser, sahne şovları….Ertesi gün sınıfta anlatılan konser izlenimleri…

2 kasetlik ‘History’ albümünün ilk gün alınması…Aynı gün İstanbul’dan Gölcük’e giderken otobüste dinlenmesi…

Ve 25 Haziran 2009. Yine bir Perşembe günü bu dünyadan uğurladığımız Michael Jackson...

Bu satırları bile yazarken adete çocukluk ve gençlik dönemlerime dair ufak bir gezinti yaptım. Hayatımın neredeyse her bölümünde bir Michael Jackson anektodu var. Bu sadece benim için değil herkes için geçerli olmalı ki iş yerinde Michael Jackson şarkıları çalıyor, telefonlarda ‘Ya duydun mu Michael Jackson ölmüş’ diye insanlar birbirlerine haber veriyor.

Ölümüyle müzik dünyasında bir devrin sonu geldi. Çocukluk ve gençliğimizin bir parçası daha gitmiş oldu. Ama o her zaman hatıralarımızda yer alacak.

Rest in Peace…


Askerlik sırasında izinli olarak İstanbul’a geldiğim bir haftasonu, yakın bir arkadaşımın Pazar kahvaltısı önerisi üzerine Happily Ever After ile tanışmıştım. O dönemde bir yandan da evlilik hazırlıklarının tatlı telaşı içerisindeydik eşimle. Özellikle mekanın ismi pozitif duygular uyandırmıştı ve keyifli bir kahvaltı etmiştik. Küçük ama sevimli ve en önemlisi isminin verdiği pozitifliği yansıtmayı becerebilen bir mekan olarak zihnime yerleşmişti.

Cumartesi günü arkadaş grubumuzla kahvaltı için Happily Ever After’a tekrar gittik. Geçen süre içerisinde hemen yanlarındaki dükkanı da alarak mekanı genişletmişler. Dekorasyondaki minik bebek giysileri dikkatimizi çekti eşimle…Sonradan öğrendik ki mekanın sahiplerinin yakın zamanda bebekleri olmuş ve bu eşyalar miniğe aitmiş :)

Arkadaşlarımızla güzel bir kahvaltı ettik, özellikle pancakelerin gayet başarılı olduğunu söylemeden edemeyeceğim. Güzel bir cumartesi gününe pozitif bir şekilde başladık ve her yönüyle çok keyifli bir gün geçirdik.

Daha önce Wagamama’yı anlattığım yazımda bir marka için sunduğu vaadi yaşaması kadar önemli diğer noktanın müşterisine sunduğu deneyim olduğunu söylemiştim. Happily Ever After, ismindeki sevimliliği, pozitifliği sonuna kadar yaşayan ve en önemlisi yaşatan bir mekan. Bu yüzden Bebek denilince akla gelen ilk 3 şey arasında yer alıyor. (İlk ikisi benim sıralamamda Bebek Badem Ezmesi ve Lucca)

Markalaşma üzerine sıklıkla düşünen biri olarak markaların tüketicilere yaşattıkları deneyimin öneminden hep bahsediyorum. Happily Ever After, bana ismi gibi bir pozitif deneyim yaşattı. Benim zihnimde bir yer edindi. Sadece benim zihnimde değil birçok kişinin zihninde yer edinmiş olacak ki Cumartesi günü neredeyse mekanın tümü doluydu. Markalaşma kolay bir süreç değil. Ama ısrarla üzerinde durduğum 2 nokta var: Markanın vaadini yaşatması ve markanın müşterisine sunduğu deneyim. Bu 2 nokta oturtulmuşsa markalaşma süreci zaten kendiliğinden ilerlemeye başlıyor. Happily Ever After örneğindeki gibi…

Canınız güzel bir kahvaltı etmek ve de lezzetli pancakeler yemek isterse Happily Ever After bence en doğru adres…

Hepimiz hayatımızın çeşitli dönemlerinde belli şeylerden sıkılıyor, bir şeyleri değiştirmek istiyoruz. Ama değiştirmek istediğimiz şeyin bizim hayatımızda olmasının bir anlamı olduğunu düşünmekten belki de kaçınıyoruz. Geçtiğimiz günlerde bir sohbet esnasında aşağıdaki hikayeyi dinledim. İnternet üzerinde dolaştığına eminim ama dinledikten sonra beni üzerinde düşünmeye sevk ettiği için blog sayfamda sizlerle paylaşıyorum.

Amor Fati – Nietzsche
Deniz kıyısında bir ihtiyar taşçı, kaya yontmaktadır.
Güneş onu yakıp kavurur.
O da Tanrıya yakarır keşke güneş olsaydım diye.
"Ol" der Tanrı.
Güneş oluverir.
Fakat bulutlar gelir örter güneşi, hükmü kalmaz.
Bulut olmak ister. "Ol" der Tanrı bulut olur.
Rüzgar alır götürür bulutu, rüzgarın oyuncağı olur.
Rüzgar olmak ister bu kez. Ona da "Ol" der Tanrı.
Rüzgar her yere egemen olur, fırtına olur kasırga olur. Herşey karşısında eğilir.
Tam keyfi yerindeyken koca bir kayaya rastlar
Ordan eser burdan eser, kaya bana mısın demez!
Bildiniz, Tanrı kaya olmasına da izin verir.
Dimdik ve güçlü durmaktadır artık dünyaya karşı...

Sırtında bir acı ile uyanır...
Bir ihtiyar taşçı kayayı yontmaktadır.

VE İŞTE KADER...

KADERİNİ SEV BELKİ SENİNKİ EN İYİSİDİR.




Amor Fati ile ilgili 'yenilginin kabulü' olduğuna dair bir yorum okudum. Buna çok katılmıyorum. Amor Fati bence yenilgiye razı olunması anlamına değil insanın mevcut şartlarının hayatında olmasının bir sebebi olduğuna idrak etmesi anlamına geliyor. Buna idrak edip mevcut şartları içerisinde kendini geliştirmeye çalışan, çalışmalarında bir fark yaratma amacında olan bir kişiye yeni kader yolları kendiliğinden çıkacaktır.


Miami merkezli Crispin Porter & Bogusky, reklam dünyasına farklı bir soluk getirdiğine inandığım bir ajans. Yaptıkları ses getiren kampanyaların yanı sıra Fast Company dergisinin ‘Fast Company 50 2009’ listesine girebilmiş 2 reklam ajansından biri. Bu listede Hewlett Packard, Nintendo, Walmart gibi devlerin olduğunu düşününce bunun azımsanamayacak bir başarı olduğunu fark edeceksiniz.

CP+B, yakın zamanda İsveçli dijital reklam ajansı Daddy’i satın alarak İsveç’i Avrupa’daki Creative Hub’u durumuna getirdi. Alex Bogusky’nin bu operasyonla ilgili yorumu dikkate değer: ‘Dijitalin ilerlemekte olan her şeyin merkezi konumunda olduğunun farkındayız. Amerika operasyonlarımızda odak noktamız olan dijital yaklaşımları artık Avrupa operasyonlarımızın da odağı haline getireceğiz.’

Daddy’nin kurucu ortaklarından Gustav Martner, ‘İsveç’in Avrupa operasyonları merkezi olmasının alışılmadık bir durum olduğunu düşünüyor musunuz? ‘ sorusuna verdiği yanıtta İsveç’in dijital yetenekler için bir merkez oluşturduğunu, Forsman and Bedenfors gibi başka dijital ajansların burada olduğunu, Skype, IKEA, H&M ve Absolut gibi İsveç doğumlu markaları düşününce bu tercihin en doğru tercih olduğunu söylüyor.

Konuyu ülkemiz açısından düşününce aklıma şu sorular geliyor:

- Türkiye olarak Dijital Pazarlamanın neresindeyiz?
- Yıllardır dilimizden düşürmediğimiz genç nüfusumuzun potansiyelini de göz önüne alarak acaba bizde bir İsveç olabilir miyiz?
- Son olarak dijital pazarlamayı – özellikle de sosyal medyayı – etkin bir şekilde kullanarak biz de Türkiye doğumlu dünya markaları yaratabilir miyiz?

Bu soruları işin uzmanlarıyla tartışarak çıkan sonuçları ilerleyen zamanlarda sizlerle paylaşacağım.

Bu arada ses getiren kampanyalar yapan yaratıcı bir ajansla, dijital dünyanın yükselen yıldızı olan bir ajansın yaratacağı sinerjiyi de merakla beklediğimi söylemeden de edemeyeceğim…






Bir lideri, rakiplerinden ayıran yarattığı vizyon ve o vizyon doğrultusunda motive ettiği takipçileridir.

Cuma öğlen saatlerinde yakın bir arkadaşımın ‘Duydun mu yeni antrenörümüz Rijkaard olmuş’ telefonuyla beraber bir şaşkınlık hissettim. İlk blog yazılarımdan birinde Galatasaray’ın yeni antrenörü kim olmalı diye tartışırken Galatasaray yönetimi inanılmaz bir hamleyle Rijkaard’ı takımın başına getirdi. O gün akşam Galatasaray TV’den Rijkaard’ın İstanbul’a gelişini izlerken tarif edilemez bir mutluluk duydum. Böylesine bir antrenörü takımın başına getirmek bile Galatasaray’ın vizyonunu göstermeye yeter. Şimdiden kombine kart almayı konuşmaya başladık bile.

Peki bizi bütün bu aksiyonlara iten neydi? Dünya çapında bir antrenörün gelmesi, kurulması muhtemel yeni bir model, Dünya basınında ilk başlarda yer alacak Galatasaray haberleri ilk aklıma gelenler. Yapılan bir hamle arkasından birçok olumlu sonuç getiriyor.

Yazının başlığında ‘Lideri yaratan vizyonudur’ diyorum. Aynı çıkarım markalar içinde aynen geçerlidir. Lider markaları yaratan tüketiciye sundukları vizyondur. Tüketiciyi temel alan bir vizyon bir marka için günümüz dünyasında kaçınılmazdır.

Bir markanın başarılı bir hikayesi, anlatacak bir şeyleri olmalıdır. Bu hikayesinde ana kahraman tüketici olmalıdır diyoruz. Şimdi de tüketiciye sunduğu vizyonun önemini vurguluyoruz. Hepsini bir potada eritince sizce de günümüz şartlarında ‘Sosyal Medya’ araçlarını etkin kullanan bir marka başarılı olamaz mı? comScore’un son araştırmasına göre Avrupa’da internette harcanan zaman açısında Türkiye birinci sırada yer alıyor. O zaman Türkiye’den ‘sosyal medya’ araçlarını kullanarak bir Dünya Markası çıkmaz mı? Ne dersiniz?




Son günlerde Necati Özkan’ın ‘Obama’nın Liderlik Sırları’ isimli kitabını okuyorum. Obama, başkanlıkta 100.günü çoktan geride bıraksa da, adaylıktan seçilmesine kadar olan süreç her anlamda incelenmeye değer.

Obama, adaylığını açıklamadan önce ABD tarihindeki başkanlık seçimlerini detaylı bir şekilde inceliyor. Tespitine göre başkanlık standart olarak %3 - %5 arası bir farkla partiler arasında değişmekteydi ve seçim sonuçlarında etkili olabilecek kitle gençlerdi.Bu kitleyi hedef alan Obama, gençlerin TV karşısında vakit geçirmediğini, internetle fazlasıyla ilgili olduklarını bildiğinden doğru bir sosyal medya stratejisiyle kendini çok iyi konumlandırarak başkan seçildi. Tabi bu hikayenin özeti…

Hikayenin en önemli noktalarını anlatabilecek kişi kampanya müdürü David Plouffe…

David Plouffe bu sene Cannes’da konuşmacı olarak yer alıyor. Özellikle sosyal medyanın gücünü temel alarak Obama’08 kampanyasıyla ilgili önemli detayları anlatacak. İçinde bulunduğumuz ekonomik durgunluk döneminde sosyal medyanın önemi daha da artıyor. Reklam sektörü adına böylesine bir konuşmacının Cannes’da yer alması önemli. Gidemesem de Cannes’da yapacağı konuşmasına ulaşıp size aktarmak istiyorum.

Obama kampanyasıyla ilgili en temel çıkarım bence şu: İnsanlar artık hikaye duymak istemiyor, hikayenin kahramanı olmak istiyor. Bu çıkarıma markalar açısında bakarsak, yarattığınız hikayenin ortasına markanızın yerine tüketiciyi koyduğunuz sürece kazanacağınız aşikardır. Sonuçta markaları bulundukları yere getirenler tüketiciler. Haklı olarakta hikayenin başında büyük puntolarla kendi isimlerini görmek istiyorlar.

Sosyal medya üzerine paylaşımlara devam edeceğim…

Geçtiğimiz günlerde yakın bir arkadaşımızın doğumgününü kutladıktan sonra arkadaş grubumuzla Taksim’de Liferoof isimli mekana gittik. Sıcak havaya rağmen terasta Taksim’e hakim bir konumda bulunmak çok güzel bir duyguydu. Üstüne gittiğimiz gecenin 80’ler gecesi olması da harika bir tesadüf oldu. Son zamanlarda en eğlendiğim gecelerden birini yaşadım.

Benim gibi 80’li yıllarda doğan ve büyüyen kişiler için bu yılların tadı ayrı. Çalan her şarkıyla gençlik yıllarıma döndüğümü hissettim. O zamanlar hayatı belki de bu kadar ciddiye almıyorduk. Hayatımızda daha çok neşe, daha az stres vardı. O günleri anımsadıkça anlatılmaz bir mutluluk duyuyorum, kafamdaki olumsuz düşünceler bir anda silinip gidiyor. İşte böyle anlarda yaratıcılığımın da arttığını hissediyorum. Sizde öyle düşünmüyor musunuz?

Gelin aşağıdaki videoya bir göz atın…Bana hak vereceksiniz….

Kim ne derse desin 80’ler gerçekten unutulmazdı…

Add to Technorati Favorites